24 Aralık 2011 Cumartesi

Sıradan bir gün gibiydi.Sokaklar,caddeler günlük rutinlerine devam etmekteydi.



Yağmur yağıyor,seller akıyordu.Arap kızının camdan bakmaması için sanki tüm binalar aralarında gizli bi antlaşma yapmışcasına, pencerelerini açmamakta direniyordu.



Alelacele araçlara tıkışan insanlar bi amaç için biraraya gelmişlerdi.Yağmura çamura aldırmadan, gözlerini Happy Birthday bürümüş insanlar O'na doğru koşuşturuyordu.
 Bense tüm bu olana anlam veremiyordum.5N1K beynimi kemirmekte, yüz kaslarımın acayip şekiller almasını kontrol edemiyordum.
 Oysa herşeyin nedeni bu mucizeye tanık olmaktı.Öylesine bi mucizeydi ki; kalabalıkların akıttığı gözyaşları sel olmuştu.Sellerin meydana getirdiği gözyaşı gölcüklerinden asfalt görünmez olmuştu.Bakanlara asfaltın ağladığı imajı veriliyordu.
 Derken doğa da kendini tutamayıp,koyvermişti kendini.Meydanları dolduran kalabalıkların gözyaşları karşısında o da bıraktı yaşlarını.Ağır bi matem havası vardı sanki, bu matem havası parlak bi geleceğin müjdecisiydi ve doğanın gözyaşları öylesine ağır öylesine güçlüydü ki, ondan korunmak isteyen matemcilerin şemsiyelerini kırıp geçiyordu.
 Saatler 15:40 yı gösterdiğinde testler tamamlanmak üzereydi,heyecanlı bi bekleyiş başlamıştı.Taksimden yola çıkan metro 3dakika sonra HacıOsman istikametinden gelecek olan metroyla çarpışacak,güç açığa çıkacak ve beklenen bebek dünyaya gelecekti.
Patlamayla birlikte matem havası yerini coşkulu sevinç gösterilerine bırakmıştı.İyi ki doğdun Serkan! çığlıklarıyla inliyordu her yer.
 İngiltere sevinç çığlıkları atmakta olan herkesi susturuyordu, çünkü bu doğum onlar için gerçek bi tehdit unsuru oluşturacaktı.
 O sabah hiç kimse bi rockstar olarak uyanmamıştı.Serkan'ın doğduğu gün rockstar olarak uyanmak kimin haddineydi.
 Yakubun merdivenlerini yavaşça tırmanan Serkan, yeryüzüne çıkmaya hazırlanıyordu.
 Dünyanın dört bi yanından insanlar onu görmeye geliyorlardı.
 Kilometrelere sığmayan kuyrukların dileklerini küçük bi kız çocuğu dile getirmişti.

İyiki doğmuştum, iyiki vardım!

14 Aralık 2011 Çarşamba

We Need To Talk About Kevin


           Romandan uyarlama. Lynne Ramsay ve Rory Kinnear tarafından uyarlanmış,yönetilmiş. Cannes'da  eleştirmenlerden tam not almış.Filmekiminde Tilda Swinton'ın adını görüp  işaretlediğim  fakat gidemediğim film. Yani çok izlenesi.Musikisinide Radiohead yapmış üstelik.
             Herşeyden önce ruh haliniz buhran geçirirken izlenirse, bi daha gün ışığı bile görmek istememek olası, ona göre dikkat.Filmde Eva (Tilda) tüm kariyer planlarını sallar ve Kevin'ı (gerçek bi Damien Omen) doğurur.Bu çocukla birlikte dünyası kararır. Bu yüzden kadınlar dünyalarını karartmamalı ve çocuk doğurmamalı ama aşk yapılmalı, meşk edilmeli.İnsan ister istemez bi suçlu arıyor, bi yerlerde  bi hata olmalı diyor, ki bana göre o adamla evlenmesi en büyük hata.Tüm pasifliğiyle değil evin direğini, kaşlarını bile kaldırıp Kevin'a 'Dur,yapma!' diyemeyecek ama şartlar dolayısıyla baba rolü kendisine kaftan biçilmiş bi babacık:) Anne ise tüm onurunu, gururunu ayaklar altına alabilen ama karşılığında sadece Kevin'ın sevgisini kazanmak isteyen 'the Momy the Magnificent'.
                TEST: İllaki bi suçlu aranacaksa işte şıklar;
a)Kevin
b)Evin direği kayıtsız baba
c)Ailesini koşulsuzca ve ayırım yapmadan seven sarıkız
d)'Sabrımın sınırları Everestten bile yüksek' diyen anne 
e)Kevin ile birlikte dünyaya gelen sebepsiz öfke.

The Skin I Live in

Tecavüz olaylarının artışı Pedro amcayı da etkilemiş olmalı ki tecavüz temalı bi film çekmesine sebebiyet vermiş (2011).İyiki de vermiş, aslolanın tecavüz eyleminden öte, hem tecavüz eden hemde tecavüz edilen olmanın haleti ruhiyesini bi karakter üzerinden anlatmayı ustalıkla başarmış. Banderas pyscho bi plastik cerrahı oynuyor, fevkaladenin fevkinde:).Pompalanmış erkeklik olgusuyla kendine erkeklik üzerinden kimlik yaratmaya çalışan bir gencin, tecavüzü erkekliğe giden bi basamak olarak görmesi ve bunu gerçekleştirme girişimiyle bu basamak erkekliğe giden yol olmaktan çıkıp kadınlığı anlamaya giden ters virajlar haline gelir.Artık hem özgürlüğü hem yeni kimliği adına mücadele vermesi gerekir (gerçek bi travma).Sadece anlık zevklerden ibaret hayatı bozulur, yerini ağrılı, sancılı yeni bi hayata bırakır.
         Filmin en geyik sahnesi: Motosiklet üzerinde 140 km hızla giden esas oğlan (aslolan dişi), dengesini kaybederek kısa bi uçuştan sonra kumların üzerine hafifçe hatta süzülerek iner ve sadece 3 kez yuvarlanır, burnu bile kanamaz.
         Uyarı: Önceleri cerrahın muhteşem intikamı karşısında büyüleniyoruz ama sonrasında kendine bi sevgili yaratması durumuyla yüzleşince yuuuuh! yazıklar olsun! v.b. İç ünlemlerimizle çalkalanıyoruz.
         Sözün Öz'ü: Sonuç aynıdır, Ataerkil dünyanın odağı kadın bacak arası olsa da dünyayı depreştirecek güç o değildir.
         Not: İzlenesi çok yüksek.

24 Kasım 2011 Perşembe

           Roma'da Bir Oda (Ateşli Oda)
                 ROOM IN ROME
       Julio Medem'in 2010 İspanyol yapımı filmi.Sabrımızı ölçmeye yarayan ağır temposuyla psikolojik zemine oturtulmuş bi film.Bana Bergman'ın Persona'sını çağrıştırdı belkide iki kadının diyalogları üzerinde ilerleyen bi film olduğundan.İki kadın bi gece tanışır ve otele giderler, otel odasında ikiside eteğindeki taşları dökmeye başlar.Birbirlerine hayatlarını anlatırlar, ama anlattıkları hayat başkalarının hayatı.Baskıdan mıdır? yoksa gerçekten olmak istedikleri kişiyi mi anlatıyorlar, bilemedim.Tabi film böyle olunca anlatılan hayatların sahiplerini de tanımış oluyoruz, iyi ki yalan söyleyip böyle bişeye kalkışıyorlar yoksa ilk 30 dakika boyunca La Toscana şişesiyle başka fantazilere şahit olacaktık.Gecenin sonunda ikiside kendi hayatlarına geri dönüyorlar, kendi hayatları özgürlükse bu gece onları özgürleştiriyor:) İzlemeye değer buldum ve sevdim.

15 Kasım 2011 Salı

NİHAİ HEDEF:ÖLÜM/tehlikeli melancholia

            Eleştiriden önce ölüm takıntısı hakkında bişeyler yazmalıyım diye geçiriyorum içimden ve başlıyorum; şimdi ölüm, kaçınılmaz son'dur ve 'son' başlıbaşına depresif bir sözcük olup, ardından yeni başlangıçlar getirmez.Yeni 'son'lar beklemediğimiz gibi.
              Bu durumda ölümden korkulamaz,melankolik tavır takınılamaz,takınılmamalı.Schopenhauer 19.y.y bir alman filozof. Ölümden korkmak için hiçbir neden olmadığını çünkü ölümün yaşamın tamamlayıcısı olduğunu hatta ölümün bi kurtuluş olduğunu daha da beteri içimizdeki yaşam istencine 'sapkın' sıfatı ekleyerek, ölümsüz olabilecek tek şeyin istenç olduğunu söyler.Bu durumda pek bişey söylenemez kanımca, çünkü melankolik görünen birinin aslında ne kadar yaşam sevinciyle dolu olduğu anlaşılır.Öyle değil mi? Yoksa bu benim kuruntum mu?
               Eğer bu amca hala yaşıyor olsa ve bu filmde bi rol kapmış olsa,  melancholia gezegeninin dünyaya çarpmasını şaraplarla,biralarla taçlandırırdı.(aman ne ironi).Gelelim Justine'e, Justine de bu durumda Arthurlaşmış olmuyor mu?İlk kısımda sürekli gelecek kaygısı taşıyan ve depresif takılan,bi  türlü anlam veremediğimiz sevgili Kirsten Dunst(Justine)İkinci kısımda ise teslim olur ve boyun eğer.Yani gerçek olan 'an', yani mavi ışıklar altında  uzanmak ve sonu düşünmemek.
               Film, kızkardeşleri alaşağı  ediyor, ilk kısımda Justine'in tavırlarına neden-sebep bulamayız, Claire'i ise olağan kabul ederiz.Ancak ikinci kısımdan itibaren karakterler  yer değiştirince, bu karakterlerin talking cure'a ihtiyaç duyduklarını hissederiz.Bu açıdan bakıldığında iki kızkardeşinde Jung abiden terapi alması gerektiğini düşünürüz.Bence filmlerde oyuncular karışmış, asıl melankoli,Jung beyefendinin karısıdır, erkek çocuk doğuramadıkça melankolinin dibine vurur.Ben burada yatay yada dikey farketmez bi geçiş istiyorum.Film böyle bi alt-geyik üzerinden  izlense bile gayet eğlenceli hatta didaktik:P

14 Kasım 2011 Pazartesi

TEHLİKELİ İLİŞKİ

 David Cronenberg'in Freud ve Jung'u biraraya getirdiği, Keira'yı da başlarda deli olarak gördüğümüz, imkansız aşk filmi. Pride and Prejudice dan sonra Keira yı izlediğim en iyi performansıydı bence üstüne çok kötü eleştiriler almış olsa dahi, ben gayet yetenekli buluyorum bu kızı.Filmde öncesi ve sonrası diyebileceğimiz iki karakteride gayet ölçülü oynadığını düşünüyorum.Michael Fassbender(JUNG) a size diyecek bişey yok.Film boyunca psikanaliz kuram gelişiyor:)) Ama gelişen tek şey kuram değil yanında bi de öğretmen-öğrenci ilişkisi diyebileceğim bi aşk var. Biri diğerinin varlığını destekliyor, biri geliştikçe diğeride derinleşiyor.Freud'un kuramlarına gözatmam gerektiğini düşündürttü,sağlam diyaloglar var.Aryanlar hakkında söylenenler gerçekten ironik.Kendisinden bekleneni tam olarak vermese de sırf o boşluk için bile izlenmeye değer.

13 Kasım 2011 Pazar

Alfabe 'a,b,c,d,e'... ile başlarken senin alfaben 'b,l,a,c,k' ile başlıyor...

2005 yapımı Hint-Amerikan filmi.Oyuncular muhteşem, her muhteşem film gibi Oscarlık, tabii ölçüt Oscar'sa.Ayesha Kapoor gibi küçücük bir kızın devleşen oyunculuğuyla, 'oyunculuktan öte performansıyla', oyuncuyum diyenleri cebinden çıkaracak harika film. Sabrımın sınırlarını bana tekrar düşündürten, başarısızlığı bile kutlayabilme yetisini kazandıran, burnumun içinde gizli bir çeşme olduğuna kanaat getirdiğim bir Sanjah Leela Bhansali filmi.Akıl sahibi her yaratığın izlemesi şart! Neden mi? Çünkü hayat bi dondurma ve erimeden tadı çıkartılmalı.